Bir çocuğun en doğal dili oyundur. Henüz konuşmayı yeni öğrenirken bile, etrafındaki dünyayı anlamanın yolunu oyunla bulur. Küçük bir taş, bir sopa ya da renkli bir kutu bile onun için hikâyeye dönüşür. Bu yüzden eğitimciler uzun zamandır “oyun yoluyla öğrenme”yi sadece eğlenceli değil, aynı zamanda en etkili öğrenme biçimlerinden biri olarak görüyor.
Araştırmalar, oyun temelli öğrenmenin çocuklarda problem çözme, yaratıcılık, sosyal beceriler ve dil gelişimini belirgin şekilde artırdığını gösteriyor (Hirsh-Pasek et al., 2009, American Academy of Pediatrics). Oyun sırasında çocuk, aslında bir bilim insanı gibi sürekli deniyor, gözlemliyor ve neden-sonuç ilişkisi kuruyor.
Benim dikkatimi çeken şey şu: çocuklar oyun oynarken “doğru mu yaptım?” endişesi taşımaz. Hata yapmak, sürecin doğal bir parçasıdır. Bu da öğrenmeyi korkudan uzak, içten gelen bir merakla besler. Çocuk, bir kuleyi yıktığında üzülmez; tekrar yaparken strateji geliştirir.
Bir başka ilginç bulgu da, oyun sırasında çocukların beyinlerinde yetişkinlerin karmaşık öğrenme süreçlerine benzeyen nöral aktiviteler gözlemlenmesi (Lillard et al., 2013, Psychological Bulletin). Yani oyun, sadece bedensel değil, bilişsel anlamda da yoğun bir öğrenme ortamı sunuyor.
Okullarda veya evde, oyunu öğrenmenin içine dahil etmek demek, çocuğun dünyasına saygı duymak demek. Kart oyunları, sembolik rol oyunları, kutu oyunları ya da basit bir bahçe keşfi… Hepsi çocuğun keşfetme isteğini diri tutar.
Kendi gözlemlerime göre, bir çocuk bir konuyu oyunla öğrendiğinde o bilgi daha uzun süre kalıcı oluyor. Çünkü oyun, duygu ekliyor öğrenmeye — sevinç, şaşkınlık, bazen küçük bir hayal kırıklığı… Ve duygular, bilgiyi hafızaya kazıyan en güçlü araçlardan biri.
Sonuçta, “oyun oynamak” aslında “dünyayı anlamak” demek. Belki de çocuklara daha fazla öğretmek yerine, onların daha çok oynamasına izin vermemiz gerekiyor. Çünkü öğrenmek zaten orada, oyunun içinde.